Kayıtlar

Nisan, 2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Kadınlar diye düşündüm; sihirliydiler kadınlar. Ne harikulade varlıklardı onlar!

Resim
Dünyaya kendinden bir adet daha sunmak istemediği için yada "babası olmak istemediği için" baba olmayan Bukowski'nin baba olmadan sahip olduğu çocuklarından biridir Henry Chinaski. Daha çok içindeki çocuktur bu Henry, Bukowski'nin. O malum masum iç çocukları gibi değil de dıştaki Bukowski'nin birebir aynısı, belki ikinci dereceden türevidir bu içteki Henry. Dıştakinin bütün dünyayı sallamaz, düzene küfrü çekmiş, ucuz hayat, ucuz kadın, ucuz şarap düşkünü halleri içte bir Henry olup yazıya dökülmüş, sonra da yazıdan Bent Hamer adlı bir yönetmen izanıyla resme dönüştürmek istemiştir onu. İyi olmuş mudur? İllaki olmuştur ama sayın Hamer bu pirüpaklıkla, bu sempatik tarzla Henry'yi Bukowski'nin içinden jiletlemiş çıkarmıştır. Hani ki, bizim bu Bukowski dediğimiz adam paspal, haddince kirli, dağınık, hizadan uzak bir alemde yaşayan biri idi, bu filmde Matt Dillon ne kadar kıyıdan kenardan Bukowski'yi andırır olsa da, cici bir hayat hikayesi görünümünden uza

'Aile bir kelime değil, cümledir.'

Resim
Beynimin pelteleşmeye yüz tuttuğu son günler üstüne bir Wes Anderson filmi ile titreyip, malum çağrıdaki muhatap Türk ben oldum. Sakin, sakin.. Milliyetçi bir yazı değil bu Türk yazmasından sebep.. The Darjeeling Limited'dan sonra sayın yönetmene hisli duygular beslemeye başlamış idim. Henüz Rushmore ve Fantastic Mr. Fox'u seyretmiş değilim ama en az The Royal Tenenbaums ve The Darjeeling Limited kadar iyilerse lafa hacet yoktur. Anderson'ın yapımcılık, yönetmenlik, senaryo ve filmin diğer işlerinin bütünüyle ilgili halleri "A Wes Anderson Film" ön deyişini ona kazandırmakta, auteur yönetmen kisvesine bürümektedir.  Filmlerinde tercihen sabit tuttuğu Bill Murray, Owen Wilson, Luke Wilson, Seymour Cassel gibi absurd komediye çok yakışan isimlerle içinde felsefe, gündelik hayat klişeleri, aile ilişkileri, güzel müzikler, yere yatırmayan ama dozunda espriler sunar seyirciye.  Anderson, The Darjeeling Limited'da üç kardeşin yıllar sonra bir vesile ile birleşip öz

Herkes herkestir haddizatında, zaman askıdadır..

Resim
"herşey senin düşündüğünden daha karmaşık. doğru olanın, sadece onda birini görüyorsun. verdiğin her karardan etkilenecek milyonlarca şey var. her seçim yaptığında hayatını mahvedebilirsin. ama belki de aradan 20 yıl geçer... ...ve sen asla ama asla neden böyle olduğunu anlayamayabilirsin. ve doğru işi yapmak için yalnızca tek şansın vardır. sadece dene ve boşanmanın nedenini bulmaya çalış. ve kader diye bir şeyin olmadığını söylerler ama herkes kendi kaderini belirler. ve dünya ne kadar uzun süre devam ederse etsin... ...sen sadece saniyelik bir zaman dilimi için buradasın. zamanının büyük bir kısmı, ölüyken ya da doğmamışken harcanır. ama yaşamak varken, sen, birinin gelip her şeyi... ...düzeltmesini bekliyorsun. bir telefon için, bir mektup için... ...ya da bir bakış için yıllarını harcıyorsun. ve gelecek gibi görünmesine rağmen asla gelmiyor. sonuçta zamanını hayal meyal bir pişmanlık... ...ya da gerçekleşmesi imkânsız bir umut ile geçiriyorsun. sana bağlıl

"What if you had a second chance with the one that got away?"

Resim
Richard Linklater sevdiğim, saydığım bir yönetmen. En başta okuru "düşün, düşün" diye zorlar diyaloglarına hastayım. Başkasını bilmem ama ben sar başa sar başa seyrederim onun filmlerini, hatta not da tutarım "hımm, bu çok kıymetli" diye. Before Sunrise, Before Sunset ikilemesininse bende bir tekrar zamanı vardır, günü vakti gelince ardarda bir daha tazelerim anısını. Filmde Jesse ve Celine ile eş zamanda yaşıyor ve düşünüyor hissini yaşamanın dışında "acaba nasıl olurdu" sorusunun hayatın her anında fikrimizi meşgul ediyor oluşu da filmi gözümüzde değerli kılan başka bir sebep. Hevesi alınmamış şeylerin bizde ne kadar kıymetli olduğunu, bir daha karşılaşabilmenin müphem huzursuzluğu ve heyecanını, nihayetinde hasıraltı edilen pişmanlığın içten iliği nasıl kurutuğunu tekrar tekrar görmek ister, tekrar tekrar yaşamak isterim. Geçen gün yine yaptım bunu, kuru beklentilerden çoktan elimi eteğimi çektim ama Jesse ve Celine'in üzerine çok yakışan bütün bu h

Evvel zaman içinde, evvel zaman dışında..

Yirmili yaşların ortasına demir atmak üzere olup, hala ışıma yapmayan kararlı bir hayata ulaşamamak gerçekten radyasyon yüklü bir sıkıntı. Elinin değdiğini kurutmuş, en çok da bu kurumadan kendi nasiplenmiş insan, hayattan kendini erken emekliye ayırmayı yeğliyor. Okul da bitmiş diyor, dile kolay yedi yaşında başlamıştık okumaya dibini de gördük sayılır yükseklerde gözümüz olmayınca. Hala mı bi yetmezlik, hala mı Faithless şarkısı dinleyip "it's always one step too far" demeler? Okul bitince, hele bir de hala işsizseniz ve evlilik de ufukta ucunu bile göstermiyorsa kafayı kaşımanın vakti gelmiş demektir. Bu 'ara emeklilikte' içli dışlı eşraflı bir düşünce, oturmamış taşların oyuklarını doldurmaya hayli yardımcı oluyor. Bahçede domatesi devlet emekliliğine erteleyin ama arada sık sık kafanıza estiğinde, iş güç sahibi olsanız bile kendinizi emekli edin kendi otoritenizde. T.S Eliot'un şu minvalde bir sözü vardı -özüne halel getirirsem biri düzeltsin-; dönüp bakt

Bu bir "Mulholland Dr: Empire Strikes Back" olabilir mi?

Seyredenler hak vereceklerdir; Mulholland Dr. insanı tepeleyen bir film. Öyle çoğusu gibi  geç başına seyret sonra güzel güzel uyu filmi değildir o öyle. Rüyalara girer, rüyalardan eder; karşısında tam teşkilat pürsağlık donanımla hazırbulunulmazsa şayet. 'Ben daha başında anlamıştım, ne varkine?' diyenler de var elbet, sıradan alegorik kafa bunaltma olarak görenler de. Ama en nihayetinde bu Lynch'in şanının tozunu titretmez bile. Kim ne derse desin Mulholland Dr. yanmaz yıkılmaz bir kurgu ve anlatım gücüne sahiptir. Sinemanın bence en çok işlev gördüğü alan psikolojiyi en verimli kullanan, en mahir hallerindendir. Şimdiki esas mesele; şu sıralar ressam kişiliğiyle sergileriyle de kendini hatırlatan David Lynch, Mulholland Dr.nin devamı niteliğinde bir filmin hazırlığında olduğunu söylemişmiş. Filmdeki esmer hanımabla Laura Harring artık ağzından mı kaçırdı bilinmez, durum hakkında başka veri yok elde. Finalinde ortada dağılmış bir beyin olan filmin devamı nasıl bağlanır, b

Ölüm üzerine kısa bir anma..

Resim
10 Nisan'da, Polonya'nın en mühim yetkililerini Rusya'ya taşıyan uçağın şaibeli bir biçimde yere inemeyişiyle Polonya'nın makus talihini bir daha hatırladık. Diplomatik doğrular ne olursa olsun çok can verdi onun halkı dünyada kalma adına. Tuhaf bir şekilde de kader cilveleriyle bu sürüş devam ediyor. Polonya üst düzeylerinin 70 yıl önce Stalin'in emrinde dünyadan silinen 22 bin vatandaşını anma maksadıyla Rusya yollarına düşmesi de ayrı bir cilve. Henüz olanların ardındaki yüzü görmüş değiliz ama Polonya bedbahtlığıyla dünyanın önde giden ülkelerinden biri. Bu kaza da bana en çok Krzysztof Kieslowski'yi hatırlattı. Değil mi ki o, kaderi en çok ortaya sunan, kaderle çizilmiş bir yol ve üzerindekilerin hikayesini en çok anlatan yönetmen? İnsanların birleştikleri noktaların bütün dünya çıkarları ve mesellerinden uzak sadece hisler olduğunu söyleyen Kieslowski'nin filmlerindeki kaderciliği bu kadar belirgin eden de bütün farklılıklardan ve ekstralardan uzak ins

Uyumsuzsun uyumsuz kal, uyma sen onlara..

Onu seyrettiğim günden beri film seyretme hevesim biraz tökezledi. Her gün en az bir filmle günümü şenlendirir, uuulala! diyerek diğer işlerime bakardım. Neden böyle oldu ki, diye düşününce şunlar şunlar oldu diyorum. Filmin adını - Den Brysomme Mannen veya The Bothersome Man hiç olmadı Uyumsuz Adam - çok evveliden duymuştum ama içeriği hakkında en ufak bilgim yoktu. Çeşitli yetkin otoritelerin tatminkar güzellemeleriyle arşivime onu da ekledim ve o da seyredileceği günü müsterih bir şekilde bekledi. Meğer bu müsterihliğin ardında bir bünyenin köküne dinamitler döşeyip onu bütünüyle infiale uğratma maharetini de saklıyormuş. Günlerin bir öncesine acaip benzeyen birinde bu film gözüme ilişti; evet, geceydi ve ben onu izledim. Hatır hutur, gayet ruhsuz "eyes wide open" bir öpüşme sahnesiyle başlıyor seyretimiz. Burası bir metro istasyonu. Bu muhabbetin biraz ötesinde durumun absürdlüğünü anlamaya çalışan, tükenmişliği, umarsızlığı suratından hece hece okunan genç bir adam

Mickey Mouse Club vardı da biz mi oyuncu olmadık?

İbrahim Tatlıses Oxford eziklenmesiyle vaktiyle sokaklarımızı şenlikten geçilmez etmişti. Bana verilen formasyon yetkisine dayanarak söyleyebilirim ki bunun adı psikolojide realite arama, bahane bulma, mantığa bürüme gibi değişik savunma mekanizması ürünleri. Ama derinden yükselen sesi de sırf saykolocik açılımlarla yok sayamayız. Ortada kütük gibi dikilen bir gerçek var: Oxford değilse bile denginin ikinci türevinin yolda geçerken görülmüşü bile bırakalım Urfa'yı 26-45 doğu meridyenleri, 36- 42 kuzey paralelleri arasında hiçbir noktada mevcut bulunmuyor. Bakın konuşurken sözlerimi bilimsel verilerle de destekliyorum; psikoloji, matematik, coğrafya.. Altını arasak felsefe, sosyoloji de var. Yani bilim bile yok diyor, Yok.  Bütün bunları şu lafı ben de söyleyeyim diye yazdım:" Yav, Türkiye'deki üniversitelerin hali malum, daha ne diye her yere bi üniversite açarsın?". Bu çok mühim bir soru. Bana babam zamanlarından bahsedilen lise mezunu bal kaymaklarını hatırlatıyor:

Kendi halinde yaşardı, şapkasının altında..

Resim
Yakın dostu Salah Birsel'in kehanetinde onun kara bahtı okunur: İnanın sözüme şairler üçer beşer söneceğiz yirmi ikiye varmadan rüştü gibi öleceğiz. Şairin ölümünü diğer ölümlerden ayıran belki de en mühim fark söyleyeceklerinin yarım kaldığının daha iyi bilinmesidir. Bir şair ölünce -hele ki öksürerek ölünce- arkasında niyette kalmış dizeler bırakır, yerini bulmamış kelimeler, havada kalmış düşünceler, dalınacak noktalar, yaşanmışlık ve yaşanacaklıklar.. Ölüm insandan canını alır götürür ama şairden daha fazlasını götürür. Ama geride ne bıraktıysa onların da kıymetini getirir. Rüştü Onur geride bıraktıklarıyla kıymetlidir, ölünce susan dildir bu güzel düyada. Ben ölsem be anacığım Nem var ki sana kalacak Ceketimi kasap alacak, Pardösömü bakkal Borcuma mahsuben... Ya aşklarım Ya şiirlerim ne olacak Ya sen ele güne karşı Nasıl bakacaksın insan yüzüne Hülasa anacığım Ne ambarda darım Ne evde karım var. Çıplak doğurdun beni Çıplak gideceğim. Hülasa / Rüştü Onu

Affedin beni tatlı yaratıklar!

Resim
- Kardinal, mutlu değilim. - Neden mutlu olmak zorundasınız? Bu sizin işiniz değil. Bu dünyaya geldiğiniz için mutlu olacağınızı kim söyledi ? Eight and a Half (1963) /Federico Fellini

I'm certain of... Return, I will, to old Brazil..

Şu sıralar Dr. Parnassus'un vizyona girmesiyle Terry Gilliam filmlerine sarmış durumdayım. Brazil, Balıkçı Kral, 12 Maymun ardından sırada Time Bandits, Monty Python ve diğerleri var. İçlerine işlenmiş o karanlık hayatlara, distopyalar, delilik ve depresyonlara rağmen Terry Gilliam filmleri asla sıkmıyor ama haddince düşündürüyor. Her biri uzun analizler gerektirir psikolojik altyapılı filmlerinin sistem, köleleştirme, delilik, terör gibi daireyi tamamlayan ağır bütünleyicileri vardır. Brazil 'de, George Orwel'in 1984'ünün distopik dünyasından etkilenen ve kimi sahnelerde bunu açık bir göndermeyle de sunan Gilliam, her ne kadar devamlı kontrol edilmenin sembolu "Büyük Birader" gibi bir varlıktan söz etmese de, belli sınırlar dahiline hayalleri ve yaşamları sınırlanmış, standardize edilmiş sıkıcı bir hayata sahip insanlardan dem vurur.  1984'te sürgit bir savaşın korkusuyla sindirilen toplum, Brazil'de terörist eylemlerle sistemin yüceliğine metazori