Şunu eriyoruz: Her başarılı kadının arkasında başarısız bir erkek vardır. Bize başarılı erkek kollaması adı altında hep yutturdular, yok efendim bir erkeğin hakiki başarısı arkasındaki dişi elde gizlidir falanlı göndermelerle.. Ona çok cici bakan, her türlü ihtiyaçlarını itinayla gören, ne yapılacaksa çiftletmeden yapıp başarılı olmaya hazır bir erkeğe dönüştüren esasen çok mahir kadın kişisidir denildi. Ben aslında bunları feminizm gömleğini keyinmemden kelli söylemiyorum ki giymem orası ayrı. Fakat ortada her türlü müspet davranışının, ardındaki görünmez bir dişi varlığa yüklendiği vasıfsız bir erkek profili var. Aynı zamanda algıda sosyal seçicilik de diyebileceğimiz diğer husus, kadının erkeğin gerisinde hakiki meşgalesi onu başarılı etmek sayıldığı gayet tıkız iş bölümü ki bu feminizmin zırt dediği yer. Ben, şu an bu saydıklarımın ilkine daha fazla su taşıyor gibi görünüyorum. Ama hakikat şöyle: Platon mağarası görünümündeki gölgeli hayatlarından sızıp suretlerin asıllarını gör
Helen kökenini her filminde oldukça belirgin bir şekilde ortaya koyan ve mitolojik göndermelerle de bunu şiirsel bir biçime çeviren Theo Angelopoulos'un 12. filmi Ağlayan Çayır, I. Dünya Savaşı devam ederken Rusya'da başlayan Bolşevik Devrimiyle beraber Odessa'dan (Kırım) sürülen bir grup Rumun Selanik yakınlarında bir köyde yaşadıklarını anlatıyor. 2004 yapımı film, devamı çekim aşamasında olan bir üçlemenin ilk adımıdır ve Angelopoulos'un diğer filmlerinden aşina olduğumuz Eleni Karaindrou, filmin hisli müziklerinin icracısıdır. Bu usta müzisyenin, senaryoyu bir kez okuması bile kâfidir, diğer haftaya albümü çoktan bitirmiş olabilir. Müzisyen ve yönetmen arasında böyle bir uyum Krzysztof Kieslowski ve Zbigniew Preisner arasında da görülebilir. Kieslowski ve Angelopoulos'un müzisyenleriyle birbirlerini son kerteye kadar anlaması ile oluşan bu müzikler, iki yönetmenin filmlerinin eşsiz birer şaheser olmasında büyük bir etkendir kuşkusuz. Angelopoulos sinemasında po
"ground control to major tom" Nerden aklıma geldi bilmem, o kadar yeni yetme ve zamanın ruhuna uygun son sürat mecralar varken, bir zamanlar buralarda klavye tuşu eskitmiş olmak.. Yazı yazmak bir sekiz sene önce mi güzeldi yoksa ben de mi bütün suçu hayat gailesi denen ezeli kamburun sırtına yükledim bilemem. Demek ki mürekkebi az da olsa yalamış olmak bir sekiz yıl hayati makbulleri yaşayıp hala kendini hatırlatan bir hasletmiş. Artık kimseler blog okumasa da, kozmik evreni inceden dürtüklemek galiba yaptığım. Ya da bir virüs istilasına müteakip fazlaca sıkılmaktan sebep eski çöplüğümü eşeledim. Güzel de oldu, yıllardır iş için düzinelerce sayfa proje yazmaktan gerçek bir yazı nasıl yazılır kısmını hep öteledim. Dedim ki, "bir oturayım bak neler yazacağım.." 6 yaşına girmek üzere olan yavrumun yüzüne bakıp zihnimde ciltler yazdım ama neyse küskünlüğüm, bir masa başına oturup kelimelere dokunamadım. Ertelemek vebasına tutuldum zahir. Neyse, kendi kendime arada bir
Yorumlar
Yorum Gönder