Uyumsuzsun uyumsuz kal, uyma sen onlara..


Onu seyrettiğim günden beri film seyretme hevesim biraz tökezledi. Her gün en az bir filmle günümü şenlendirir,
uuulala! diyerek diğer işlerime bakardım. Neden böyle oldu ki, diye düşününce şunlar şunlar oldu diyorum.

Filmin adını -Den Brysomme Mannen veya The Bothersome Man hiç olmadı Uyumsuz Adam- çok evveliden duymuştum ama içeriği hakkında en ufak bilgim yoktu. Çeşitli yetkin otoritelerin tatminkar güzellemeleriyle arşivime onu da ekledim ve o da seyredileceği günü müsterih bir şekilde bekledi. Meğer bu müsterihliğin ardında bir bünyenin köküne dinamitler döşeyip onu bütünüyle infiale uğratma maharetini de saklıyormuş. Günlerin bir öncesine acaip benzeyen birinde bu film gözüme ilişti; evet, geceydi ve ben onu izledim.

Hatır hutur, gayet ruhsuz "eyes wide open" bir öpüşme sahnesiyle başlıyor seyretimiz. Burası bir metro istasyonu. Bu muhabbetin biraz ötesinde durumun absürdlüğünü anlamaya çalışan, tükenmişliği, umarsızlığı suratından hece hece okunan genç bir adam görüyoruz. Az sonra bu adam, bizim bineceğini sandığımız trenin altına atacak kendisini. Bu sahneyi izledikten sonra filmin soğukluğunu, normallerden a türü farklı olduğunu, sizi bekleyen daha daha sürprizler olduğunu sezinliyorsunuz. Akabinde gelen sahnede görüntü yönetmeninin puanını da yükseklerden seçip kenara yazıyorsunuz. Alabildiğine geniş, kurak, bizim kuş uçmaz kervan geçmez dediğimiz arazi düzlüğünde üzerinde "hoşgeldiniz" yazılı bir benzin istasyonu olması merakımızı daha da artırıyor. Uzaklardan geldiği görünen otobüsten inen tek bir yolcuyu -hani metroda trene binmek yerine altına atlamayı seçen adamımız- benzin istasyonunun sahibi alıyor ve farklı bir dünyaya doğru yolculuğumuz tam da burada başlıyor.

Üzerinde ot bitmez araziden geniş yeşilliklere doğru giderken her nesnede bir güzelleşme, iyileşme görüyoruz. Adamımızı taşıyan araba bir apartmanın önünde duruyor ve şoförün söylediğine göre burası adamımızın yeni evi ve kendisi artık bir inşaat şirketinde muhasebeci. Yani evinden arabasına, işine varana kadar herşey önceden planlanmış ve ona sadece bu korformizmin keyfini çatmak kalmış. Şoför ayrılırken "yakında alışırsınız" diyor, bu alışmanın ne anlama geldiğini ve akıbetini seyrederek öğreniyoruz.




Andreas'ın gayet kibar nezaket timsali insanlarla beraber çalışmaya başlamasıyla, benim boğuk mavi-donuk gri dediğim düzen, şekilcilik, dakiklik, simetri, resmiyet gibi kavramların temsilcisi renklerin hakimiyeti başlar. Bu renklerin tabiatında "soğuk" renkler olarak tanımlanması filmde yaşamların soğukluğunu anlamada büyük yardımcı aynı zamanda. İnsanda beden, düşünce ve duygular renklere vurulursa beden ve düşünce soğuk, duygular ise kesinlikle sıcak renklere karşılık gelir. Bu ortamda, bu şehirde kırmızı yok, sarı yok, turuncu.. kesinlikle yok. Devamlı bir yerden öbürününe ivedi ulaşım, dakiklik, sistematiklik var. Olanların yanında yoklukları belirgin olmayanlar var ki, Andreas'ın çözüme giderken olmayana ergi yöntemine göz kırptığını söyleyebiliriz.

Bir paydos vaktinde dondurma keyfi yaşamak isteyen Andreas'ın suratından anladığımıza göre dondurma biraz farklı, beklediği gibi değil. İşte hayatın tadındaki farklılığı anlamadaki ilk ayak bu dondurma oluyor. Yolda intihar eden birini gördüğünde insanların umursamaz tavırları başka bir farklılık. İş çıkışı eğlenmesi olarak gittiği gayet şık bir restoranın tuvaletinde Andreas şaşırma evresini nihayete erdiriyor ve bir sonraki aşama olan neden?'i aramaya başlıyor. Normal hayatta en basit yer bilinen tuvaletlerin filmlerde zurnanın zırtlandığı yer olma gibi bir nitelikleri var. "Buranın birasında bir sorun mu var? İçine su falan katıyorlar sanırım."diye soran Andreas'a yanındaki adam "Birada birşey yok." dese de tuvaletlerin birinden gelen ses içinde bulunduğu hayatın eksikliğini anlamada ona destek çıkıyor. "Hiçbir şeyin tadı yok. Sıcak çikolatanın bile. Sıcak çikolata dediğin güzel olur. Koyu ve şekerli. Kokusunu düşün." dedikçe Andreas ne menem bir cehennemde olduğunu bilmenin arzusuna daha çok dalıyor. Ama yine o replik bilmişinden: Alışırsın.

Alışmak sevmekten daha zor geliyor..
Filmi buraya satır satır işleyip, şipoylerleri yayarak karizmasına halel getirmeden nirengi noktalara değineyim. Hayatta en çok istenenler olarak hep bir adım ötede tutulan her şey özündeki ulaşamama yada yanında getirdiği zorluklar ve sıkıntılarla güzelliğini kazanıyor. En lüks evlerde de yaşasak, sistem tıkır tıkır tek bir kez aksamadan ilerlese, hatta o en çok istenen ölümsüzlük iksirini yudum yudum tüketsek bile hayat karanlığıyla güzel. Andreas'ı ölmeye itecek birşeyler eksik onun bu mükemmel dünyasında. Bir kere çocuklar yok.  Kimse doğurmuyor, kimse çocuk büyütme onu adam etme derdinde değil. Çocukların seslerinin olmadığı bir dünyada, en hayat dolu şey nedir ki? Andreas'ın ufak bir delikten çocukların olduğu bir dünyanın varlığını duyması, ona ulaşmak için var gücüyle çabalaması ve o renkli dünyaya ulaştığı anda bir dilim kekin gerçek tadıyla kendinden geçmesi bize en basit şeylerin aslında yaşam sebebi olduğunu gösteriyor. Film bize, uzakta varolan o hiç ulaşılamayan mükemmel maddi dünya, zevklerden, hislerden, hakiki mutluluktan uzak tatsız tuzsuz bir kandırmacadan ibaret diyor alttan alta. Hiç ölmemek yerine dolu dolu yaşamak; sıkıntısıyla, mutluluğuyla diye de ekliyor.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Olmayana Ergi Yöntemi

Ağlayan Çayır, ağlayan Eleni, ağlayan Helen..

Çöplük