I'm certain of... Return, I will, to old Brazil..


Şu sıralar Dr. Parnassus'un vizyona girmesiyle Terry Gilliam filmlerine sarmış durumdayım. Brazil, Balıkçı Kral, 12 Maymun ardından sırada Time Bandits, Monty Python ve diğerleri var. İçlerine işlenmiş o karanlık hayatlara, distopyalar, delilik ve depresyonlara rağmen Terry Gilliam filmleri asla sıkmıyor ama haddince düşündürüyor. Her biri uzun analizler gerektirir psikolojik altyapılı filmlerinin sistem, köleleştirme, delilik, terör gibi daireyi tamamlayan ağır bütünleyicileri vardır. Brazil'de, George Orwel'in 1984'ünün distopik dünyasından etkilenen ve kimi sahnelerde bunu açık bir göndermeyle de sunan Gilliam, her ne kadar devamlı kontrol edilmenin sembolu "Büyük Birader" gibi bir varlıktan söz etmese de, belli sınırlar dahiline hayalleri ve yaşamları sınırlanmış, standardize edilmiş sıkıcı bir hayata sahip insanlardan dem vurur. 


1984'te sürgit bir savaşın korkusuyla sindirilen toplum, Brazil'de terörist eylemlerle sistemin yüceliğine metazori ile inandırılır. Filmde Tottle (Robert De Niro) gibi bir terörist başından bahsedilse de bütün eylemlerin sahibinin o olduğundan asla emin olamayız. Evet, sisteme karşıdır, bütün rutin kurallardan ve bürokrasiden bıkmış kendi iç evrenini yaratmış olsa da bir eyleme somut olarak dahiliyetini film boyunca hiç görmeyiz. Kuvvetle muhtemel burada terörü işleyen bizzat bürorasinin kendisidir ve bütün mesuliyet Tottle gibi kendi içinde muhalif birinin omuzlarına yüklenerek hedef küçük insan üzerine kanalize edilir. Yabancı gelmedi sanki bu durum bize?


Sam Lovry ise devletin memuru olmasının yanında memuriyetini yaptığı devlete güveni olmayan hatta işini bile içten içe görmek istemeyen kamunun tümüne nazaran sivri biridir. Rüyalarındaki meleğe sahip olsa hiç arkasına bakmaz herşeyini bırakır gider. Nitekim öyle de olmuş, rüyadaki meleğin terörist eylemlerden sorumlu bir şüpheli olduğunu öğrenmiştir. Ama o yine de kaçmak, duvarların ardına pahası ne olursa olsun ulaşmak istemiştir. Yapımcılar burada alternatif sonu, seyirciyi üzmemek ve aşk teması üzerinden daha fazla prim yapmak adına mutlu sonla bağlar. Ama Gilliam biraz zaman da alsa ne yapar ne eder kafasındaki sonu Director's Cut versiyonu ile filme dahil eder. Bu alternatif son öyle bir sondur ki tüm zamanların en hüzünlü sonlarından biridir.

Yazıyı yazarken amacım filmi bu kadar açmak değildi, sadece şarkı zımbalayıp gidecektim ama film dili söyleten bir film, insan fikrine mukayet olamıyor. Velhasıl, Gilliam bu filmi yapmaya bir gün Londra'da bir kafede otururken şehrin kasvet veren havasıyla karışık Brazil şarkısını dinlerken karar vermiş. Şarkının asıl yorumcusu Ary Barroso olsa da ondan sonra çok seslendiren olmuş bu şarkıyı kendi meşrebince. Ben de aslından değil de suretinden bir örnek seçtim: Pink Martini. 

Brazil / Pink Martini








Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Olmayana Ergi Yöntemi

Çöplük

İrrasyonel sanılar