Kayıtlar

Mart, 2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Protesto: Gençliğin düşü(şü)!

Resim
Mathieu Kassovitz ’e 8 dalda ödül, 11 dalda adaylık kazandıran 1995 yapımı Protesto (La Haine) , mottosunda “üç genç arkadaş ve son bir şans” der. Yönetmenin 25 yaşında çektiği  ve ikinci uzun metraj filmi olan Protesto, Paris’in kenar mahallelerinde sınıflarından, ırklarından dolayı tecrit gören gençlerin birer aynası olan siyahi Hubert (Hubert Koundé), Yahudi Vinz (Vincent Cassel) ve Arap Said’in (Said Taghmaoui) bir saniyesi bir ömre bedel 1 gününü anlatır. Bu 1 günde dostluk, isyan, dayak, ihanet, korku, heyecan, üzüntü, yoksulluk, çaresizlik, pişmanlık ve ölüm vardır.  Ders 1: Silahımız yoksa da taşlarımız var.   Bizde hürmet görür bir tabiri hatırlatır bu: “paramız yoksa da haysiyetimiz var”. Kavramları silah:para, taş:haysiyet olarak eşitlemek aslında pek de abes olmaz. Hak var, laf sahibinin parasının olmadığı da göz önüne alınırsa, bu çifte kavrulmuş bir yoksunluk olur, taştan bir haysiyet barındırsa da. Protesto’nun seyirciye gözünü kırptığı il

Hayat; onun için de, dün gece gördüğü rüyaydı muhtemel..

Resim
Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya, İkincisinde daha çok hata yapardım. Kusursuz olmaya çalışmaz,sırtüstü yatardım. Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar, Çok az şeyi ciddiyetle yapardım. Temizlik sorun bile olmazdı asla. Daha çok riske girerdim. Seyahat ederdim daha fazla. Daha çok güneş doğuşu izler, Daha çok dağa tırmanır,daha çok nehirde yüzerdim. Görmediğim bir çok yere giderdim. Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye. Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine. Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım. Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu. Farkında mısınız bilmem. yaşam budur zaten. Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın. Hiçbir yere yanında su, şemsiye ve paraşüt almadan, Gitmeyen insanlardandım ben. Yeniden başlayabilseydim eğer , hiçbir şey taşımazdım. Eğer yeniden başlayabilseydim, İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım. Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla. Bilinmeyen yollar

Medeniyetin dışında mı kalacaksın Haşmet?

O vakitler Turist Ömer henüz uzaya gitmemiş, Ayla Algan sevimli çıtıpıtı bir güzel, İstanbul ise Ayla Algan'dan da sevimli ve çok güzeldir. Malı mülkü sıfırıyla beraber tüketmiş fakat hala asilzade, hala paşazede Haşmet Efendi'nin: "En canım Boğaziçi.. Bir zamanlar dedelerimiz de içlenmiş bu güzelliğin karşısında. Nasıl da o bin meyzenin bestesi. Atalarımız da geçmiş bu sulardan mağrur ve akıncı, nerde Orta Asya nerde Viyana kapıları.." diye dillendirdiği gibi, İstanbul Haşmet'ten de haşmet görkemli ama yorgundur. "Bendeniz Haşmet İbriktaroğlu.." diye başlayan ve eski asilzadelerden İstanbul beyefendisi Haşmet'in 40 küsür yıllık ömrünü kısa özet geçtiği seyirciye konuşması aynen şöyledir:   "..dedemin dedesi Osmanlı sarayında ibrikçibaşıymış. Dedem paşa, amcam süferadan, babam da zengin bir hovarda, hem de tüccar. Beylerbeyi'nde bir yalıda dünyaya gelmişim. Validem daha ben bir yaşındayken yakışıklı bir zabitle kaçmış. Peder; içkide iki h

"Go my darling, and God bless you! ühü."

Amerikanya'nın tarihi Hollywood'dan öğrendiği mühim bir bahistir. Zira bu devasa kütüphane içerisinde her coğrafyanın tarihine örnek bir kayıt barındırır. Bu yolla ortalama bir Amerikan vatandaşı dünyanın her ulusu hakkında izlediği mesabede bir kırılmaz yıkılmaz kanıya sahip olur. Bu çayırdan hangi dereye inmek peki niyetim? Hiç. Düz ovada laf-ı güzaf yapıyorum. Kazablanka haddizatında bir tarihi filmdir, akabinde Hollywood filmidir, nihayetinde bir tarihi Hollywood filmidir. 2002 yılında da tüm zamanların en iyi aşk filmi şöbiyetine de layık görülmüştür, bu da ekstrası. Bu resmi esaslı "capture" yapan nedir peki? O da şudur; Ilsa dillendiremediği bir sebepten Rick'i terk etmek mecburiyetinde kalır ki bu her ikisi için de evla yoldur. Tren garında dıpdızlak kalan Rick'e ise Ilsa bir veda postası koyar. İşte yukarıdaki foto bu postanın bizzat kendisidir. Acıklıdır, yazıktır Rick'e, Rick canın tekidir diye düşündürür izleğe. Ama öyle midir, orası da Fas&#

Ağlayan Çayır, ağlayan Eleni, ağlayan Helen..

 Helen kökenini her filminde oldukça belirgin bir şekilde ortaya koyan ve mitolojik göndermelerle de bunu şiirsel bir biçime çeviren Theo Angelopoulos'un 12. filmi Ağlayan Çayır, I. Dünya Savaşı devam ederken Rusya'da başlayan Bolşevik Devrimiyle beraber Odessa'dan (Kırım) sürülen bir grup Rumun Selanik yakınlarında bir köyde yaşadıklarını anlatıyor. 2004 yapımı film, devamı çekim aşamasında olan bir üçlemenin ilk adımıdır ve Angelopoulos'un diğer filmlerinden aşina olduğumuz Eleni Karaindrou, filmin hisli müziklerinin icracısıdır. Bu usta müzisyenin, senaryoyu bir kez okuması bile kâfidir, diğer haftaya albümü çoktan bitirmiş olabilir. Müzisyen ve yönetmen arasında böyle bir uyum Krzysztof Kieslowski ve Zbigniew Preisner arasında da görülebilir. Kieslowski ve Angelopoulos'un müzisyenleriyle birbirlerini son kerteye kadar anlaması ile oluşan bu müzikler, iki yönetmenin filmlerinin eşsiz birer şaheser olmasında büyük bir etkendir kuşkusuz. Angelopoulos sinemasında po

Geçerken uğradım laneti..

Ne zaman rahatlamak sebepli film seyredecek olsam hemen Woody Allen filmlerini karıştırırım. Hangisini seyretmemiştim, hangisini bir defa seyretmenin yetmeyeceğine kani olmuştum, şöyle bir gözden geçiririm. Gri hücrelere çok fazla veri girişi olduğunda, bu zaten handiyle hantal olan paşaları iyice tembel edermiş. Bu faraziyeyi işte bu Allen'ın 2001 yılında camiaya kazandırdığı Akrebin Laneti (The Curse Of The Jade Scorpion)'nden yola çıkarak kurdum. O diyordu ki; "Her zaman yanlış karar veriyorsun. Çünkü onları buradan (kafadan) veriyorsun, burdan (kalpten) değil. Burada alınan kararlar (kafa), burada alınanlar kadar (kalp) güvenli değildir, çünkü bunlar gri hücreler ve bu da kan. Kan tüm vücudunda dolaşır. Ortalığın halini bilir. Durumun ne olduğundan haberdardır. Fakat burda, gri hücreler sadece yatar ve düşünür." Kendi çapında bir sigorta şirketinde çalışan iki zıt insanın, olsa olsa lanetli bir akrebin çöpçatanlığıyla bir araya gelebileceğini Woody Allen'ın da

Yaptım, evet yaptım. Ama bir sor Niçin?

İrlandalı yönetmen Jim Sheridan’ın Sol Ayağım: Christy Brown’ın Hikayesi (My Left Foot) filminden sonra yine gerçek bir olayı beyazperdeye taşıdığı 1993 yapımı filmi Babam İçin (In The Name Of The Father), yanlış zamanda yanlış yerde bulunan bir genç Gerry Conlon ve suçsuz olduğuna inanmak istediği oğlunu korumak için hapishanede yatan suçsuz baba Guiseppe Conlon’ın trajik hikayesini anlatıyor. Diğer taraftan suçsuz olduğunu çok iyi bildiği dört gencin hayatını sırf ‘itibarımız canlı kalsın demokrasi ölse de olur’ diyerek hiç gören çok demokratik (!) bir devletin acınası halini gözler önüne seren oldukça huzursuz edici ama varlığı görmezden gelinen bir film Babam İçin.  IRA (İrlanda Kurtuluş Örgütü), İngiltere Krallığı’na tabii olmamak için sokak ortası eylemler düzenlerken hippi çakması Gerry Conlon (Daniel Day-Lewis) ise keyfi hırsızlıklarla günü kotaran, IRA’ya gönül vermesi beklenemeyen havai bir gençtir. Gerry, daha özgür bir mecra olduğunu düşündüğü Londra’ya taşınıp gönlünce

Gadjo'dan çingene olur mu? Buyrun yakın şuradan..

Yaşadıkları her bölgede farklı bir isimle adlandırılsalar da, bizdeki isimleri "Çingene" ile aşina olduğumuz bir topluluk vardır yeryüzünde. Aşinalığımızın altında çok fazla iyimser bir zemin yoktur bu güruha karşı. Çünkü beğenmediğimiz, yeri yurdu ve hatta kökü belirsiz saydığımız, her türlü zilletten mesul olduğuna çok küçük yaşlardan beri kâni olduğumuz, insan gayretinden öte bir rahatlık ve boşvermişlikleri olan Çingeneler için haşmetli tarihi, intizam mükemmeli hayat ve eşrefli fıtrat ile biz doğuştan pîrüpak insanların iyimserlik içinde olması gayet yersiz olur. Bir zamanlar vatanları olan Hindistan topraklarını neden terk ettikleri hususunda kesin bilgiler varolmayan, 11. yüzyılda Anadolu ve İran üzerinden Avrupa'ya yayıldığı güçlü bir kabul gören Çingenelere karşı uygulanan ırkçılık evrensel bir boyut taşır kuşkusuz ama Tony Gatlif Çingenelerin hayatını Romanya'dan, Avrupa topraklarından bir bakışla, yavan bir düşselliğe kapılmayarak, daha gerçek ve daha acı

Nasıl Cyborg oldum yada Nurtopu gibi merhamet marazı..

Resim
Bu çeşit cümleleri hep başarı öykülerinin büyük iştahla anlatıldığı nispet kitaplarının üzerinde görürüz. Nasıl başardım? Nasıl mutlu oldum? Nasıl gezdim, gördüm, yendim? Nasıl büsbüyük insan oldum? Kasım kasım anlatılan, doyumsuz başarı, hamaset, çok bilir yüce insan sıfatları, “bakın mutluluğun yolu budur, beri gelin ardımdan” minvalli seri üretim aforizmaları, “işinizde nirvanada piknik vaat ediyoruz” menşeli ticari sürü(k)leme sür(ü)manşetleri.. Benimki bunların hiçbirine benzemiyor, benzemesini istemiyorum zira. Kimilerinin “doğru yolda hizaya geldi” nitelemesini uygun gördüğü kendini bulmak deyimini ben Cyborg olmakla eşledim.  Belki de elinin ardını göstererek bütün el yapımı  olmazsa olmazlara, hatta bütün yüce(!) mercilerden tescil, güven, tasdik almış “bestseller” yapıtlara, masalsı bir hikayenin ardına düşüyorum. Bir film insanın hayatını değiştirebilir mi? Peki bir film insanın hayatını değiştirmezse ne işe yarar? Bu cümlenin doğruluğuna kaniyim: “Bir film seyrettim, hayat